Zaman geçmek
bilmiyordu.
Her zaman
buluştuğumuz bu parkta…
Bu şekilde…!
Seçtiğim
kuytuca köşede iyice gizlenmiştim.
Dışarıyla
aramda devasa duvarlar vardı sanki.
Kuş sesleri,
ıhlamur ağaçlarının mis kokusu, uzak banklarda oturan sevgililer yoktu.
Belki de
onlar vardı, ben yoktum.
Güneş
ışıkları gözümü kamaştırdı.
Uzaktan
silueti belirdi önce…
Geliyordu.
Benim o çok
sevdiğim lacivert gömleğini giymişti.
Gülümsedim.
Gülümsedi.
Usulca banka
oturdu.
Seslerimiz,
görüntülerimiz yabancıydı.
Konuyu nasıl
açacağımızı bilmiyorduk.
Gitmeyen
şeyler vardı uzunca bir süredir.
Belki de
korkularımız su yüzüne çıkmıştı.
Farklı bakar
olmuştu “aşk körü” gözlerimiz.
Hafif bir
rüzgâr çıktı. Yüzümüzü okşayan esinti ikimizin de düşüncelerden sıyrılıp o ana
dönmemizi sağladı.
Rüzgârın
serinliği gerçeğin acı yüzünü de beraberinde getirdi.
İçim ürperdi
birden.
Üşüyordum.
İçimdeki
soğuğun dışarıya aksetmesiydi bu.
Ceketini omuzlarıma
attı.
Bu hareketle
yabancılığımızı bir nebze kırar gibi olduk.
Eski günler
geliyordu aklıma. Film şeridi gibi geriye sarılıyordu tüm yaşananlar.
Dudaklarımı
ısırdım.
Birkaç defa
daha uzaklaşmayı denemiştik, ama olmamıştı.
Her
defasında birimizin dilinden
“ Beni bırakma…!” sözleri döküldü
Ve daha sıkı sarıldık birbirimize…
Ekmek gibi,
su gibiydik biz.
Nefes bile
alamaz olmuştuk birlikte olmadan
Ama artık
farklıydı her şey
Bu sefer gerçekten
gitmem gerektiğini düşünüyordum.
İçimizden
biri daha cesur olmalıydı! İyi hatırlamalıydık birbirimizi.
Eskisine
nazaran sevgim daha da çok artmıştı ama korkularımda.
Sevdikçe
kendinden çok karşısındakini düşünüyor insan. Bence sevse de ona zarar vermemek
için uzaklaşmak bir yol oluyor.
“Hep benim yüzümden…” dedi.
Sustu.
Gözleri doldu.
Ruhunun
acısı içine sığmıyor, damlalar şeklinde dışarı taşıyordu.
Sonra bana
baktı.
Asırlar
süren bir bakıştı bu.
Neler
gizliydi içinde neler…!
Yarım kalan
her şey.
Sanki
yakasında bir kravat varmış da onu gevşetmek istermiş gibi eli boğazına gitti
Zar zor
yutkundu.
Kelimeler
boğazında düğüm düğüm olmuştu.
Derin kuyulardan
geliyor gibiydi sesi
Metalik bir
tınısı vardı.
Gözlerimden
sicim gibi yaşlar dökülüyordu. Sessizce yitip giden sevdama ağlıyordum.
Kelimelerin
kifayetsiz kaldığı anlardaydık.
Çok sonra…
“Neden…?” dedi.
Ağlamaktan
çatallaşmış sesimle
“Seni çok seviyorum” dedim.
Sözcükler
dilimden ardarda dökülmeye başladı.
Ben senin akmanı istiyorum hayata.
Benleyken olmuyor…Olamıyor.
Çok denedik sen de gördün” dedim.
“Biz seninle neler hayal etmiştik!”
dedi.
“Böylesi daha iyi . Sen de anlayacaksın bunu
zamanla” dedim.
Sımsıkı beni
sardı.
Hıçkıra
hıçkıra ağlıyordu.
Paramparçaydı
ruhum..Kalbim beynim paramparça.
Her biri
değişik bir yere çöl kumları gibi savrulmuştu.
Bir çocuk
gibi ürkekçe:
“Azınla yetinemezdim” dedim içimden.
Silkindim.
Yavaşça onu
kendimden uzaklaştırdım.
“Hem bu hiç görüşmeyeceğiz demek değil ki istediğin
zaman arayabilirsin beni!” dedim.
Gözlerime
baktı.
Sanki ilk
kez görüyormuş gibi baktı.
Neden sonra…
“Haklısın” dedi.
Belki de
demedi.
O anda o
kadar kopuktum ki ondan duymakta zorluk çekiyordum.
Sustum.
Sustu.
Banktan
yavaşça kalktım. Ceketini uzattım.
“Hoşça kal” dedim.
“Bu kadar kolay mı?”
“Bencilsin” dedi
Gözlerini
karanlıklar bürümüştü.
Umutsuz,
dipsiz kuyular…
Acı
içindeydim. Acı içindeydi.
İkimizde
kıvranıyorduk.
Bu yük bize
fazla gelmişti.
Koşarak
uzaklaştım.
Koştukça,
uzaklaştıkça,
Derinden
ıhlamur ağaçlarının kokusunu ve kuş cıvıltılarını duyumsuyordum.
Renkler,
kokular, sesler daha bir seçilir gibi olmuştu.
Tekrar başlamak
mıydı bu hayata...?
Yoksa
Yoksa
Yeni bir mola mı..?