3 Şubat 2012 Cuma

“BİR SELAM SİZE GÖNÜL DAĞLARINDAN” BARIŞ ABİ


Körpecik yüreklerde kocaman bir yer
Barış Abi’nin, Barış Manço’nun yeri…
Zaman geçti ….
Birçok şey yapıldı ondan sonra.
Ama onun gibi bir yer edinemedi  hiç kimse.
Sabun köpüğü misali derinliksiz yaşamlar
Çabuk tüketilip hatırlanmamayı da getirdi beraberinde.
Hiç kimsenin yeri sağlam değil artık!
Çünkü ruha dokunmadan, sevgi köprüsü kurmadan
Günü geçirmek adına yapılıyor çoğunlukla .

Bir insanın kendini sevdirmesi
Bir kapı aralaması
 Ve o kapıdan süzülüp girmesi…
İşte onun tanımı.
Uzun saçları, parmaklarında türlü türlü yüzükleriyle,
Nasıl da yörüngesine alırdı bizi büyüğüyle küçüğüyle
Mıh gibi kilitlerdi ekran karşısına.

Bayram şekerinin her hafta sonu bize ekrandan uzatılmasıydı O.
İçine deryaları sığdıran gülümsemesiyle
Pazar günlerimizin vazgeçilmezi olmuştu.

Ekrana çıkan çocuklara gıptayla bakar onların yerine koyardım kendimi
Hayal kurardım ben de orda olsam diye…
Şarkılar mırıldanır, sorular bulup onları cevaplandırırdım.
Bu bile benim dudaklarımda tebessümün belirmesine yeterdi.

En çok da çocuklara davranışı etkilerdi beni
Utangaç, yaramaz ne olurlarsa olsunlar
Onları saklandıkları kuytuluklardan Manço ‘nun güvenli eli çekip çıkarırdı.
O yaşlardaki çocukların  güvenmeye, gururlarının okşanmasına öyle çok ihtiyacı oluyor ki..

Büyüdüğümüzde, hayatın dişlileri arasına girdiğimizde, heybemizde biriktirdiğimizi, bu duygularımızı yiyoruz çünkü.
Onun yaşadığı zamana denk gelen bizler çok şanslıydık.
Çünkü “Adam Olacak Çocuk” diyerek önemimizi kafalara kazıyan bir “Barış Abimiz” vardı.
Bizler onun zamanında çocukluğumuzun keyfini sonuna kadar yaşadık
Sonra bir şeyler hep eksik kaldı.

“ Unutmak kolay demiştin, alışırsın demiştin..”
“..Gözümde yaş kalbimde sızı unutmadım sizi..”  Barış Abi..
“Bir selam size gönül dağlarından ..” Barış Abi.



PİR-Ü PAK



Evde her zamankinden farklı bir hareketlilik vardı.
Kirli çamaşırlar havalarda uçuşuyor, tabaklar ve çanaklar yerlerde parende atıyordu.
Bunları hizaya sokmak isteyen elektrik süpürgesi çığlığı basıyor, paspas ; hazırola geçmiş ondan gelecek komutları bekliyordu.
Ortalıkta insan yokmuş da ,
evin temizi kirlisi bütün cansız bireyleri temizlik seferberliği ilan etmişti sanki.
O da ne! Biraz erken davrandık sanırım.
Evin hanımı Pirüpak da buradaymış!

Koridorun bir ucundan diğer ucuna ayaklarında kay kay var misali koşuşturanbir kadın o.
Biz bu sahneleri görmeye alıştık, siz de alışırsınız artık!

Sevgili eşi demiryolu emekçisi: Makinist Kazım.
Ayda on beş-yirmi gün evinden, Pirüpak’ ından ayrı.
Trenle yurtdışı turları moda olduğundan beri, seyahatleri çoğaldı.
Pirupak’ ta üzüldü bu duruma ilk başlarda.
Hiç bu kadar ayrı kalmamışlardı ki.
Kazım’ ın ilk uzun seyahatini sormayın gitsin!
Buna gönül mü dayanırdı?
Yataklara düştü. Eş-dost endişe ettisağlığından.

İkinci seyahatte ise yataklara düşmese de yüzünden düşen binparçaydı.
Neyse…
İnsan her şeye alışıyor. Uzun seyahatlere de alıştı bizimki.
Buna kendince bir çözüm buldu.
Eşi her akşam gelecekmiş gibi mükellef sofralar kuruyordu.
Burnunda tütüyordu sevdiceği. Ara ara gözü buğulanıyor, vuslatı bekliyordu, heyecanla.
Kirli bir bardak bile bırakmıyordutezgâhta.Eşi bundan çok rahatsız olurdu. Biliyordu.
Evde her şey yerli yerinde ve sevdiğinin istediği gibiydi işte.
Hep böyle olmuştu hayatında zaten.
Sevdiklerine göre bir yaşam…
Akşam kapı zilinin çalacağı vakitlerde en güzel kıyafetlerini giyiyor, saçını şekillendiriyor, makyajını yapıyor, bekliyordu.
Bekledi.. Bekledi…
Günler geçiyordu.
O kapı zili bir türlü çalmıyordu.
Çal…Çal…Çal
Çalmıyordu işte!

Artık beklemekten yorulmuştu.
O bu kadar mutsuz ve yalnızkeneşinin, ailesinin, arkadaşlarının tepkisizliği onu çıldırtıyordu.
Uzaktan dudak altından alaycı gülümsemeleri hissediyordu üzerinde.

Çevresindekiler anlam veremiyorlardı Pirüpak’abir türlü.
Neydi onun bu yaptıkları şimdi!diye söyleniyorlardı içlerinden


O ise;
Günlerce yalnız kalmanın verdiği hüzünle,
Gittikçe her şeyden soğudu.
Kendimi mi kandırdım ben şimdiye kadar!”diye düşündü.
Bir yalan ve onun üzerine kurulmuş bir dünya!
Zarar vermek, kırıp dökmek istedi.
Ama öyle yetiştirilmişti ki bunu düşünmüş olmaktan bile utanıyordu.
Sen nasıl istersen
Sizin dediğiniz gibi olsun
Ben de öyle düşünmüştümzaten” gibi cümleler kurmuştu hayatı boyunca

Verilen roldü onun için hayat!
Hayatının içinde kendi ayak izleri yoktu.
Belki de bu yüzden artık hiçbir şey yapmak istemiyordu.

Kirli bardağı yıkamak istemiyordu.
Mis gibi tüten yemekler yapmak istemiyordu.
Saçını taramak istemiyordu.
Evden dışarıya çıkmak istemiyordu.
İs-te-mi-yor-du.
İs-te-mi-yor-du.
Bunu uygulamaya geçirdi hızla;hiçbir şey yapmamayı!
Eşi için hep sağlıklı yemekler yapan Pirupak, sağlık lafının “S” ini duymamak adına ıvır zıvırla geçiştirmeye başladı önce öğünlerini.
Baktı olmadı hazır yemek siparişi verdi.Kutuda kalan kırıntıları günlerce bekletti.Kurtçuklar oluştu.  Onları izledi. Hatta bir ara “Onları mı beslesem evcil hayvan olarak”diye geçirmedi değil içinden…!
Mutfakta ne kullandıysa yıkamadı, lavaboda bir tepecik oluşturdu kirlilerden. Bütün evi kokular sardı.
Bilgisayar başında tüm gününü, gecesini geçiriyordu.Kah sakız çiğniyor gelişi güzel bir yerlere yapıştırıyor, kah yediği yemişlerin kabuklarını yerlere atıyor kümecikler oluşturuyordu.
Dişini bile fırçalamıyordu.
Bütün önemsediği günlük uğraşlar yerle bir olmuştu.
Ayakkabılar, kirliler her şey yerlerdeydi.
Zaten kirlilerdi, ne gerek vardı ki toplamaya canım.
Evin her yerindeki dolapların kapıları, çekmeceleri açıktı.
Hem açılan kapak niye kapatılırdı ki!
Gereksiz buluyordu, önceden titizlenerek yaptığı her şeyi
Hem bu güne kadar toplamıştı, temizlemişti de ne olmuştu, neye yaramıştı!
Nasıl bu kadar saçma sapanlıklarla yıllarca uğraşmıştı!
Şaşırıyordu kendine.

Annesi,Pirüpak’ ı çağırıyorduKazım gidince yalnız kalmasın diye. Kardeşi,yeğeni küçük Ayşe’ yigörsün istiyordu. Arkadaşları davet ediyordu.Ama nafile…
Gitmiyordu hiçbir yere.
O yeni düzenine alışmıştı ve çok memnundu.

Bilirlerse onun bu durumunu yine toplumun istediği kalıplara sokarlardı.
Ama o dönemezdiki geri
Gizli kalmalıydı her şey, gizli.
Bir ikilemdeydi.
Ne yapsın;
örnek evlat, iyi eş, arkadaş…buraya kadardı.
Bir yerden patlak verecekti, böyle olmuştu.
İyi ki de olmuştu.
Böylece ikili bir oyun başladı hayatında.
Eşi gidince istediklerini yapıyor ki; bu hiçbir şey yapmamaktı.
O gelmeden bir gün önce evde sıkı yönetim ilan ediliyordu. Onu tertemiz bir ev, ütülü gömlekler, mutfakta mis gibi kokularla karşılıyordu. Tabii bakımlı ve sevgi dolu bir eş oluyordu Pirüpak.
İşte bütün hazırlıkların nedeni buydu. Sevgili eşi geliyordu 4 saate kadar…
Her şeyi yetiştirmeliyim” diye söyleniyordu.
Uzun, kestanenin türlü tonlarını barındıran saçı, pencereden sızan gün ışığının etkisiyle hareleniyordu. O bu güzellikten habersiz “ Üfff, çok sıkıldım” diyerek saçlarını yoluyordu.  Evde toka avına çıktı. “Nerde bu, nerde ? Arayınca da bulunmaz ki!
Birden akşam, bilgisayar başındayken tokanın saçında olduğunu hatırladı. Mutfağa doğru ilerlerken ani bir manevrayla bilgisayar odasına yöneldi. O kadar hızlı hareket ediyordu ki oraya buraya çarpmadık yeri kalmadı.
Akşama bu şekilde çıkmak çok kötü olurdu. Kocası onu bu halde görmemeliydi.
Oh, şükürler olsun” dedi .Saçını toplayınca rahatlamıştı.
Ne kadar da çok iş varmış” diye geçirdi içinden.
Normalde yetiştirirdim? Bugün elim ayağım birbirine karışıyor”dedi.
Ama pes etmedi. Etmeyecekti.
Bilgisayar odasına gelmişken orayı da toparlamaya başladı. Birkaç adım atmıştı ki ayağı yere çakılı kaldı.
Sakız yapışmıştı.
Eğildi, terliğini çıkarmak üzereyken,  kafasını hızla masaya çarptı.
Elini başına götürdüğünde bir ıslaklık hissetti.
Kanıyordu.
Kanı görünce bir çığlık attı. Kendinden geçti.

Gözlerini açtığında, karşısında eşini buldu.
Sevgiyle, şevkatle, endişeyle kendisine bakıyordu.
Kazım düşünceliydi,bir şeylerin ters gittiğini anlıyordu ama nedenini çıkaramıyordu.
Ev pislik içindeydi.
Temizlik abidesi karısına ne olmuştu da buralar böyle bir hal almıştı.

Pirüpak konuşmuyordu, konuşamıyordu.
Ne o eşine bir şey söyledi.
Ne de eşi ona.
Gözleriyle konuşuyorlardı sanki
Ani bir gülümseme belirdi gözbebeklerinde
Büyüdü…Büyüdü
Dudaklarda şen kahkahalara dönüştü

Ve raydan çıkan evlilik trenleri doğru hatta yöneldi.

31 Ocak 2012 Salı

YENİ BİR MOLA MIYDI YOKSA..?





Zaman geçmek bilmiyordu.
Her zaman buluştuğumuz bu parkta…
Bu şekilde…!
Hiç hayal etmemiştim.
Seçtiğim kuytuca köşede iyice gizlenmiştim.
Dışarıyla aramda devasa duvarlar vardı sanki.
Kuş sesleri, ıhlamur ağaçlarının mis kokusu, uzak banklarda oturan  sevgililer yoktu.
Belki de onlar vardı, ben yoktum.

Güneş ışıkları gözümü kamaştırdı.
Uzaktan silueti belirdi önce…
Geliyordu.
Benim o çok sevdiğim lacivert gömleğini  giymişti.
Gülümsedim. Gülümsedi.
Usulca banka oturdu.

İkimiz de görünmez bir sınırı geçemiyorduk.
Seslerimiz, görüntülerimiz yabancıydı.
Konuyu nasıl açacağımızı bilmiyorduk.
Gitmeyen şeyler vardı uzunca bir süredir.
Belki de korkularımız su yüzüne çıkmıştı.
Farklı bakar olmuştu  “aşk körü” gözlerimiz.

Hafif bir rüzgâr çıktı. Yüzümüzü okşayan esinti ikimizin de düşüncelerden sıyrılıp o ana dönmemizi sağladı.
Rüzgârın serinliği gerçeğin acı yüzünü de beraberinde getirdi.
İçim ürperdi birden.
Üşüyordum.
İçimdeki soğuğun dışarıya aksetmesiydi bu.

Ceketini omuzlarıma attı.
Bu hareketle yabancılığımızı bir nebze kırar gibi olduk.
Eski günler geliyordu aklıma. Film şeridi gibi geriye sarılıyordu tüm yaşananlar.
Dudaklarımı ısırdım.
Birkaç defa daha uzaklaşmayı denemiştik, ama olmamıştı.
Her defasında birimizin dilinden
Beni bırakma…!” sözleri döküldü
 Ve daha sıkı sarıldık birbirimize…

Ekmek gibi, su gibiydik biz.
Nefes bile alamaz olmuştuk birlikte olmadan
Ama artık farklıydı her şey
Bu sefer gerçekten gitmem gerektiğini düşünüyordum.
İçimizden biri daha cesur olmalıydı! İyi hatırlamalıydık birbirimizi.
Eskisine nazaran sevgim daha da  çok artmıştı ama  korkularımda.
Sevdikçe kendinden çok karşısındakini düşünüyor insan. Bence sevse de ona zarar vermemek için uzaklaşmak bir yol oluyor.

Hep benim yüzümden…” dedi.
Sustu. Gözleri doldu.
Ruhunun acısı içine sığmıyor, damlalar şeklinde dışarı taşıyordu.
Sonra bana baktı.
Asırlar süren bir bakıştı bu.
Neler gizliydi içinde neler…!
Yarım kalan her şey.

Sanki yakasında bir kravat varmış da onu gevşetmek istermiş gibi eli boğazına gitti
Zar zor yutkundu.
Kelimeler boğazında düğüm düğüm olmuştu.
Derin kuyulardan geliyor gibiydi sesi
Metalik bir tınısı vardı.

Gözlerimden sicim gibi yaşlar dökülüyordu. Sessizce yitip giden sevdama ağlıyordum.
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlardaydık.

Çok sonra…
Neden…?” dedi.
Ağlamaktan çatallaşmış sesimle
Seni çok seviyorum” dedim.
Sözcükler dilimden ardarda dökülmeye başladı.

Pranga olmaktan başka bir işe yaramıyor sevgimiz!
Ben senin akmanı istiyorum hayata.
Benleyken olmuyor…Olamıyor.
Çok denedik sen de gördün” dedim.

Biz seninle neler hayal etmiştik!” dedi.
Böylesi daha iyi . Sen de anlayacaksın bunu zamanla” dedim.
Sımsıkı beni sardı.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Paramparçaydı ruhum..Kalbim beynim paramparça.
Her biri değişik bir yere çöl kumları gibi savrulmuştu.
Bir çocuk gibi ürkekçe:
Azınla yetinemezdim” dedim içimden.
Silkindim.
Yavaşça onu kendimden uzaklaştırdım.
Hem bu hiç görüşmeyeceğiz demek değil ki istediğin zaman arayabilirsin beni!” dedim.

Gözlerime baktı.
Sanki ilk kez görüyormuş gibi baktı.
Neden sonra…
Haklısın” dedi.
Belki de demedi.
O anda o kadar kopuktum ki ondan duymakta zorluk çekiyordum.
Sustum. Sustu.

Banktan yavaşça kalktım. Ceketini uzattım.
Hoşça kal” dedim.
Bu kadar kolay mı?
Bencilsin” dedi
Gözlerini karanlıklar bürümüştü.
Umutsuz, dipsiz kuyular…

Acı içindeydim. Acı içindeydi.
İkimizde kıvranıyorduk.
Bu yük bize fazla gelmişti.
Koşarak uzaklaştım.

Koştukça, uzaklaştıkça,
Derinden ıhlamur ağaçlarının kokusunu ve kuş cıvıltılarını duyumsuyordum.
Renkler, kokular, sesler daha bir seçilir gibi olmuştu.
Tekrar başlamak mıydı bu hayata...?
Yoksa
Yeni bir mola mı..?

26 Ocak 2012 Perşembe

KANAT ÇIRPI(NI)ŞLARI ARASINDA


Güne başlayabilmek için enerjimi bir türlü toparlayamıyorum.  Üzerimden  sanki  tır geçmiş. Yorgunum, çok yorgun. Ayakta duracak dermanım yok. İçimdeki  iskeleti  çekip almışlar sanki. Ha yığıldım , ha yığılacağım…
Yataktan işyerimdeki masama ışınlanmış gibiyim. Saç- baş dağınık, dudaklar susuz kalmış çöller gibi kupkuru… Hafifçe dilimle ıslatıp yeni dikilmiş fidenin cansuyu gibi oluyorum onlara.

Kahverengi  yaşam kaynağı gözlerimin yerini, yorgun, bitik iki dipsiz kuyu almış.
Parmak uçlarımla masaj yapıyorum şakaklarıma. Bir süre gözlerim kapatıp dinlendiriyorum.
 Elim bilgisayara gidiyor enstrümantal müzik açmak üzere, son  anda vazgeçiyorum. Dinleyecek takatim yok. Bu durumdan sıyrılmalıyım.
Biraz sonra gelecek olan kahvemden medet umuyorum. Her zaman ki gibi şekersiz.
Biraz renk lazım bu solgun yüzüme. Evet, renk...!
Masamın sol köşesine uzanıyorum, siyah spor çantama. Makyaj çantamı çıkarıyorum. Önce aynamı yerleştiriyorum masamın üstüne. Alelacele biraz ruj, biraz allık, biraz rimel… Çanta boyu parfümümden sıkıyorum. Saçımı sola doğru ayırıp, sıkıca topluyorum ; atkuyruğu…
Ne sabahtı..! Tırnaklarımı bir pençe misali yastığa saplamış, kollarımla öyle bir sarmışım ki, saatin uzun uzun çığlık atması bile kâr etmedi.  Olmuyordu...! Ne kadar zorlasam da, ellerim, kollarım, bacaklarım beni dinlemiyordu. Hepsi özgürlüğünü ilan etmişti sanki…! Bir gecede bir ayaklanma ve benim hükümdarlığıma SON..!
Uzaktan, çok uzaktan annemin bölük pörçük  sesini duyuyordum sadece. O kadar uzaktan geliyordu ki aramızda dağlar var sanırdın..! Derinden gelse bile kafamın içinde şimdiye kadar duymadığım çok sesli bir koro halini alıyordu. Ama bu öyle bir koroydu ki hiçbir uyum söz konusu değildi. Herkes kendi kafasına göre bir melodi tutturmuş gidiyordu.
Ve ben, bir orkestra şefi edasıyla onları sakinleştirmeye çalıştıkça sesler daha da artıyordu.  Annem yanıma kadar gelip beni dürtmese, yapışmış olduğum yerden ayrılmam mümkün değil...!
 Adeta sürünerek banyoya doğru ilerledim.  Utanmasan yüzümü yıkamaya yorganımla gideceğim o derece yani!
 Ben niye bu hale gelmiştim…?
Gecenin bir yarısıydı...Ansızın uyandım, daha sonra göz kapaklarımı ne kadar kapatsam da gerisin geri açılmalarına engel olamadım...  Zifiri karanlık holde el yordamıyla ilerlerken, arada bir duvarlara çarpa çarpa ulaştım salonun kapısına. Mutfak kapısı ve salon arasında, holdeki çamaşırlığa çarptım. Geceden serdiğimiz çamaşırlar yerle bir oldu.  Dökülenleri yeniden asmak zorunda  kaldım. Allah’tan  kurumalarına çok az kalmıştı da derin bir nefes aldım.
 Her şey benim amacımı engellemek için bir bubi tuzağı vazifesi görüyordu sanki.
Oh! Şükürler olsun sonunda salondan içeri girebilmiştim... Sol elimi duvarda gezdirerek elektrik düğmesine ulaştım. Işığı açtım. Karanlıkta yürümekten olacak, gözlerime fazla geldi bu ani değişim… Sanki beyaz ışık salonu değil de benim gözümün içini aydınlatıyordu. Bir süre gözümü açmakta zorlandım. Kırpıştırıp duruyordum. Kirpiklerim ok ok olmuş gözlerimin içine batıyordu. Yanması da cabası… İçlerinde yabancı cisimler vardı sanki.  Kaşınıyorlardı. Sulandılar.
Şimdi aklıma geldi…! Dün makyajımı çıkarmadan uyumuştum.
Hiç yapmadığım bir şeydi…!
İşte şimdi bu özensizliğin acısını çekiyordum. Kirpiklerimin hemen bitişiğine sürdüğüm pırıltılar alerji yapmıştı . Koltuğa şöyle güzelce yayılıvermek, kumandayı alıp  zaplarken kanallardan birinde park etmek hayal gibiydi…
 Belki televizyona biraz bakarsam uykum gelir diye düşünmüştüm..Gözlerimle bu eylemi yapmak onu daha kötü hale getirmekten başka bir işe yaramazdı. Nafile feryatlar...!
Uyku da yamacımdan geçmiyordu.                     
Şimdi hatırlayamadığım birçok şeyle gecenin bir yarısı uğraşıp, sabah ezanını yapmıştım. Perdeden süzülen gün ışığıyla birlikte yatağıma kıvrıldım. Ancak yarım saat, bilemedin kırk beş dakika gözümü kapatabilmişdim.
Ve sabah...; burnumda erimiş kaşarın beni büyüleyen kokusu…:)
Daha yatağımdayken yutkunuyordum .  Ayaklarımın kendiliğinden gittiği mutfaktan sıcak tostumu ve tavşan kanı çayımı alıp salondaki yemek masasına oturdum. .Tostumdan aldığım minik ısırıklarla erimiş kaşarın dilimdeki dansı muhteşemdi…! Taze kaşar, süt kokusu… Büyülü bir keyifti doğrusu…Tostun yanında üç-beş siyah zeytini de katık yapıp, kahvaltımı tamamladım. Ondan sonrasını hatırlamıyorum…!
Bu masaya nasıl geldim?!  Beynimin gri hücreleri stop mu etmişti   ..?Hiçbir şey hatırlamıyorum.
Yaşamımın  o anları silinmiş gibi.
İşte, kahvem geldi. Önce derin derin kokladım, beni dinçleştirsin diye.
İyi geldi doğrusu …!
 Sonra bilgisayardan bir radyo açtım sevdiğim. Hafif müzik eşliğinde kahvemi yudumlarken içimde de bir kıpırdanma oluyordu .
Kahve bitti…
Çenemi avuç içimle kavramış, önüne uçurum çıkmış  da  ne yapacağını bilemeyen kuzu gibiyim.
Çırpınışlarımı duyan yok!
Bu dünyanın dışında başka bir dünyanın arayışı içindeyim…
 Kafamda bir şey olmasa da, ruhumun derinliklerinde bir yerlerde benim bu isteğimi destekleyen bir ses var…
 Elim çenemden aşağı inerken, diğer elim sanki dudaklarımdan istem dışı çıkacak kelimeleri engellemek istermiş gibi kapatmış ağzımı…
Allah’ tan oda da yalnızım…!
Birini bulsam…!
Mesela bir karıncayı…
Ondan medet umacağım.
Bedenimin bile burada olup olmadığından emin  değilim.
Gözüm çok uzaklarda…!








Pencereden gördüğüm karlı dağlarda olmasa beni bu dünyaya bağlayacak bir şey yok gibi!








Kuş olsam…?

Şu bakışlarımı esir almış sislerde kaybolmuş dağların tam üstünde konsam…!
 O kadar uzağa gitmeye de gerek yok …
 Penceremden görülen iğde ağaçlarının dalları arasında oynaşan serçe olsam
Veya akça ağaçlarda gezinen bir güvercin.
Pencereyi açıp derin derin nefes alıyorum.
İçimi kar havasının tazeliği doldurunca  daha güzel geliyor her şey.
 Ne zamandır hasret kaldığım güneş , gözlerimi kamaştıracak kadar olmasa da ürkekçe kendini  gösterme niyetinde.
Odanın içinde ani gölgelenmeler oluyor, güneşin bu utangaç, sıkılgan, bir görünüp bir kaybolan hallerinden…
Pencere pervazına konan sevimli misafirimle sıyrılıyorum med cezirlerimden…
 Biraz önce onlara özenen düşüncelerimi duymuş olacak ki  yanıma gelmek ister gibi pencereyi gagalıyor.
Sol tarafımdaki masanın üzerinde dünden kalan poşetteki bayat ekmek parçası ilişiyor gözüme…
Hızlı hareketlerle parçalıyorum bu dost azığı.

Üç beş  güvercin daha pervaza  yaymama fırsat vermeden  çörekleniyorlar yiyeceklerin üzerine.

Ne zamandır açtılar acaba!?
Bu soruyu sorarken öyle kızıyorum ki duyarsızlığıma ve kendime dönüklüğüme …
Ben , olmayan sorunlarımla boğuşurken, başkaları  yaşam için gerekli bir çok şeyden mahrum!...
Güneşin ,kanatlar arasında kendine yer açma çabaları bir ışık gölge oyununa dönüştü.
Onlardaki bu hareketlenme
Bende ne yorgunluk bırakıyor, ne de gözlerde acı…