26 Ocak 2012 Perşembe

KANAT ÇIRPI(NI)ŞLARI ARASINDA


Güne başlayabilmek için enerjimi bir türlü toparlayamıyorum.  Üzerimden  sanki  tır geçmiş. Yorgunum, çok yorgun. Ayakta duracak dermanım yok. İçimdeki  iskeleti  çekip almışlar sanki. Ha yığıldım , ha yığılacağım…
Yataktan işyerimdeki masama ışınlanmış gibiyim. Saç- baş dağınık, dudaklar susuz kalmış çöller gibi kupkuru… Hafifçe dilimle ıslatıp yeni dikilmiş fidenin cansuyu gibi oluyorum onlara.

Kahverengi  yaşam kaynağı gözlerimin yerini, yorgun, bitik iki dipsiz kuyu almış.
Parmak uçlarımla masaj yapıyorum şakaklarıma. Bir süre gözlerim kapatıp dinlendiriyorum.
 Elim bilgisayara gidiyor enstrümantal müzik açmak üzere, son  anda vazgeçiyorum. Dinleyecek takatim yok. Bu durumdan sıyrılmalıyım.
Biraz sonra gelecek olan kahvemden medet umuyorum. Her zaman ki gibi şekersiz.
Biraz renk lazım bu solgun yüzüme. Evet, renk...!
Masamın sol köşesine uzanıyorum, siyah spor çantama. Makyaj çantamı çıkarıyorum. Önce aynamı yerleştiriyorum masamın üstüne. Alelacele biraz ruj, biraz allık, biraz rimel… Çanta boyu parfümümden sıkıyorum. Saçımı sola doğru ayırıp, sıkıca topluyorum ; atkuyruğu…
Ne sabahtı..! Tırnaklarımı bir pençe misali yastığa saplamış, kollarımla öyle bir sarmışım ki, saatin uzun uzun çığlık atması bile kâr etmedi.  Olmuyordu...! Ne kadar zorlasam da, ellerim, kollarım, bacaklarım beni dinlemiyordu. Hepsi özgürlüğünü ilan etmişti sanki…! Bir gecede bir ayaklanma ve benim hükümdarlığıma SON..!
Uzaktan, çok uzaktan annemin bölük pörçük  sesini duyuyordum sadece. O kadar uzaktan geliyordu ki aramızda dağlar var sanırdın..! Derinden gelse bile kafamın içinde şimdiye kadar duymadığım çok sesli bir koro halini alıyordu. Ama bu öyle bir koroydu ki hiçbir uyum söz konusu değildi. Herkes kendi kafasına göre bir melodi tutturmuş gidiyordu.
Ve ben, bir orkestra şefi edasıyla onları sakinleştirmeye çalıştıkça sesler daha da artıyordu.  Annem yanıma kadar gelip beni dürtmese, yapışmış olduğum yerden ayrılmam mümkün değil...!
 Adeta sürünerek banyoya doğru ilerledim.  Utanmasan yüzümü yıkamaya yorganımla gideceğim o derece yani!
 Ben niye bu hale gelmiştim…?
Gecenin bir yarısıydı...Ansızın uyandım, daha sonra göz kapaklarımı ne kadar kapatsam da gerisin geri açılmalarına engel olamadım...  Zifiri karanlık holde el yordamıyla ilerlerken, arada bir duvarlara çarpa çarpa ulaştım salonun kapısına. Mutfak kapısı ve salon arasında, holdeki çamaşırlığa çarptım. Geceden serdiğimiz çamaşırlar yerle bir oldu.  Dökülenleri yeniden asmak zorunda  kaldım. Allah’tan  kurumalarına çok az kalmıştı da derin bir nefes aldım.
 Her şey benim amacımı engellemek için bir bubi tuzağı vazifesi görüyordu sanki.
Oh! Şükürler olsun sonunda salondan içeri girebilmiştim... Sol elimi duvarda gezdirerek elektrik düğmesine ulaştım. Işığı açtım. Karanlıkta yürümekten olacak, gözlerime fazla geldi bu ani değişim… Sanki beyaz ışık salonu değil de benim gözümün içini aydınlatıyordu. Bir süre gözümü açmakta zorlandım. Kırpıştırıp duruyordum. Kirpiklerim ok ok olmuş gözlerimin içine batıyordu. Yanması da cabası… İçlerinde yabancı cisimler vardı sanki.  Kaşınıyorlardı. Sulandılar.
Şimdi aklıma geldi…! Dün makyajımı çıkarmadan uyumuştum.
Hiç yapmadığım bir şeydi…!
İşte şimdi bu özensizliğin acısını çekiyordum. Kirpiklerimin hemen bitişiğine sürdüğüm pırıltılar alerji yapmıştı . Koltuğa şöyle güzelce yayılıvermek, kumandayı alıp  zaplarken kanallardan birinde park etmek hayal gibiydi…
 Belki televizyona biraz bakarsam uykum gelir diye düşünmüştüm..Gözlerimle bu eylemi yapmak onu daha kötü hale getirmekten başka bir işe yaramazdı. Nafile feryatlar...!
Uyku da yamacımdan geçmiyordu.                     
Şimdi hatırlayamadığım birçok şeyle gecenin bir yarısı uğraşıp, sabah ezanını yapmıştım. Perdeden süzülen gün ışığıyla birlikte yatağıma kıvrıldım. Ancak yarım saat, bilemedin kırk beş dakika gözümü kapatabilmişdim.
Ve sabah...; burnumda erimiş kaşarın beni büyüleyen kokusu…:)
Daha yatağımdayken yutkunuyordum .  Ayaklarımın kendiliğinden gittiği mutfaktan sıcak tostumu ve tavşan kanı çayımı alıp salondaki yemek masasına oturdum. .Tostumdan aldığım minik ısırıklarla erimiş kaşarın dilimdeki dansı muhteşemdi…! Taze kaşar, süt kokusu… Büyülü bir keyifti doğrusu…Tostun yanında üç-beş siyah zeytini de katık yapıp, kahvaltımı tamamladım. Ondan sonrasını hatırlamıyorum…!
Bu masaya nasıl geldim?!  Beynimin gri hücreleri stop mu etmişti   ..?Hiçbir şey hatırlamıyorum.
Yaşamımın  o anları silinmiş gibi.
İşte, kahvem geldi. Önce derin derin kokladım, beni dinçleştirsin diye.
İyi geldi doğrusu …!
 Sonra bilgisayardan bir radyo açtım sevdiğim. Hafif müzik eşliğinde kahvemi yudumlarken içimde de bir kıpırdanma oluyordu .
Kahve bitti…
Çenemi avuç içimle kavramış, önüne uçurum çıkmış  da  ne yapacağını bilemeyen kuzu gibiyim.
Çırpınışlarımı duyan yok!
Bu dünyanın dışında başka bir dünyanın arayışı içindeyim…
 Kafamda bir şey olmasa da, ruhumun derinliklerinde bir yerlerde benim bu isteğimi destekleyen bir ses var…
 Elim çenemden aşağı inerken, diğer elim sanki dudaklarımdan istem dışı çıkacak kelimeleri engellemek istermiş gibi kapatmış ağzımı…
Allah’ tan oda da yalnızım…!
Birini bulsam…!
Mesela bir karıncayı…
Ondan medet umacağım.
Bedenimin bile burada olup olmadığından emin  değilim.
Gözüm çok uzaklarda…!








Pencereden gördüğüm karlı dağlarda olmasa beni bu dünyaya bağlayacak bir şey yok gibi!








Kuş olsam…?

Şu bakışlarımı esir almış sislerde kaybolmuş dağların tam üstünde konsam…!
 O kadar uzağa gitmeye de gerek yok …
 Penceremden görülen iğde ağaçlarının dalları arasında oynaşan serçe olsam
Veya akça ağaçlarda gezinen bir güvercin.
Pencereyi açıp derin derin nefes alıyorum.
İçimi kar havasının tazeliği doldurunca  daha güzel geliyor her şey.
 Ne zamandır hasret kaldığım güneş , gözlerimi kamaştıracak kadar olmasa da ürkekçe kendini  gösterme niyetinde.
Odanın içinde ani gölgelenmeler oluyor, güneşin bu utangaç, sıkılgan, bir görünüp bir kaybolan hallerinden…
Pencere pervazına konan sevimli misafirimle sıyrılıyorum med cezirlerimden…
 Biraz önce onlara özenen düşüncelerimi duymuş olacak ki  yanıma gelmek ister gibi pencereyi gagalıyor.
Sol tarafımdaki masanın üzerinde dünden kalan poşetteki bayat ekmek parçası ilişiyor gözüme…
Hızlı hareketlerle parçalıyorum bu dost azığı.

Üç beş  güvercin daha pervaza  yaymama fırsat vermeden  çörekleniyorlar yiyeceklerin üzerine.

Ne zamandır açtılar acaba!?
Bu soruyu sorarken öyle kızıyorum ki duyarsızlığıma ve kendime dönüklüğüme …
Ben , olmayan sorunlarımla boğuşurken, başkaları  yaşam için gerekli bir çok şeyden mahrum!...
Güneşin ,kanatlar arasında kendine yer açma çabaları bir ışık gölge oyununa dönüştü.
Onlardaki bu hareketlenme
Bende ne yorgunluk bırakıyor, ne de gözlerde acı…

Hiç yorum yok: